Büyük uygarlıklar deniz kenarlarında mı ırmak kenarlarında mı yaşar?
Irmak kenarları, tarım hayvancılık ve içme suyu bakımından birincil, deniz kenarları ise ticaret, savaş/savunma, ulaşım, kıtasal hammaddelerin ve kaynakların nakli, keşif vb bakımlardan ikincil yaşamsal önem düzeylerindedir ama yaşamsal olduğu kuşku götürmez. Hem bir/bir kaç ırmağa yakın olup, hem denizlere kadar sınırlarını vardırmak her bakımdan avantaj sağlamakta.
Büyük tuzlu sular (deniz, okyanus), neolitik çağdan önce, diğer bir deyişle tarımın başlamasından ve yerleşik yaşamdan önce, tatlı sulardan (göl/ırmak) daha yaşamsal bir önem taşıyor olmalıydı. Avcılık ve toplayıcılık döneminde ormanların meyve, bitki, hayvan bakımından zenginliği kadar, denizlerin de avlanma ve beslenme bakımından zenginliği/cömertliği önemliydi (Deniz hayvanları, deniz yosunları). “Kennewick insanı” nın 9000 yıl önce Kuzey Amerika’da ağırlıklı olarak deniz ürünleriyle beslendiği tespit edilmiştir.
Yerleşik yaşamın, dolayısıyla uygarlığın/medeniyetin tarımla başladığını varsayarsak, tarıma geçilmeden göbeklitepeyi inşa etmiş olup ritüeller oluşturmuş, sanatsal üretiler vermiş, toplanmış, tapınmış insanların organizasyonuna ne ad vereceğiz? (Antik Yunan Mitolojisinin kaynağı olarak gösterilen Diyonisios ritüellerinden 9000 yıl kadar önce. Üstelik Göbeklitepenin inşasının bin yıl kadar sürdüğü değerlendiriliyor.)
Görkemli uygarlık aşamasına geldiğinde denize hiç kıyısı bulunmayan Uygarlıklar yok muydu? Babil, Sümer gibi.
Irmakların kaynağını büyük ölçüde eriyen kar sularından aldığı dikkate alındığında kar düşen dağların bir önemi yok mu? Hem dağlar hayvancılık, otlak yaylak, kışlak, yazlık gibi mevsimsel ihtiyaçlar bakımından önemsiz mi? Yerleşik hayatta da, uygarlık sınırları içinde ekonomik etkinlikler bakımından uzak veya yakın döngüsel göçler sürüyordu.
Irmaklardan beslense dahi bir ugarlık bölgesinin kışının soğuğu yazının sıcağından etkilenen bitki ve hayvan çeşitliliği (flora/fauna), bir yerin yüksek düzlük, yamaç, dağ, rüzgarlı, bataklık, çöl olması da medeniyetin gelişimini kuşkusuz etkilemiştir.
İklim, insanların savaşçı karakterleri, düşünce ve sanatsal üretim biçimlerini dolayısıyla medeniyetlerin çeşitli gelişim biçim ve yönlerini etkilemiş, bunlar, kimi medeniyetlerin yıkılmasına kimilerinin gelişip serpilmesine de etki etmiştir. J.J.Rousseau sanat felsefe ve edebiyatın Roma’nın savaşçı karakterini bozup bu medeniyetin yıkılışında etkili olduğunu iddia eder. Oysa Rönesans Antik Yunan düşüncesi üzerine inşa edilmiş bir ileri Avrupa Uygarlığını besleyerek bugüne getirmiştir.
Coğrafi konumdan ibaret değil mesele. Evet, çoğu imparatorluğun ister istemez, sırf boyutu nedeniyle, deniz ve okyanusa kıyısı olmuştur. İmparatorluk kurmadan başarılı olan ülkeler de var (Hollanda, bugünün Koresi, İskandinav ülkeleri). Tarım ve savaşın ağırlıkta olduğu dönemde su yollarını kullanmak, inşaat malzemeleri için de gerekliydi. İnşaat, belli bir mühandislik başarısı demek (bkz. Roma, Babil, Mısır vb.); bunun için de eğitim kurumlarınız, uzmanlarınız, ihtiyaç fazlası tarım ürününüz, yazınız, atlarınız, tarım hayvanlarınız vs. olmalı. Amerika’da kurulan uygarlıklarda atların, ineklerin, yazının eksikliği kendini gösteriyordu mesela.
Tarım imparatorluklarının da bir sınırı var. Çin, devasa bir gemi filosu kuracak, siyasi ve dil birliğini çok erken dönemde sağlayacak kadar avantajlı olmasına rağmen, sanayi devrimine geç uyum sağladı. Yani yönetim şekli ve dolayısıyla toplumsal hareketeler de rol oynuyor. Benzer problemleri Osmanlı, İspanya, Rusya gibi imparatorluklarda görmek mümkün. Gene Çin ve Roma örneğindeki gibi geniş bir coğafyayı tarım aşamasındayken kontrol ettiğinizde, çevrenizde rekabet edecek kimse de kalmıyor ve iç çekişmeler ön plana çıkıyor; savaşlar, riskli yatırımlara dönüşüyor, devlet borca batıyor. Avrupa’daki nüfus yoğunluğu ve süreklileşmiş didişme, bir yandan büyük kayıpları, bir yandan da acımasızca rekabet eden yönetici sınıfları ortaya çıkardı. Bunlarla savaşan proleterler de demokrasinin gelişmesine neden oldular, bir yandan da sömürgeciliğin nimetlerinden faydalandılar.
Komplike uygarlıklar/yapılar kurmak, özetle çok enerji ve bilgi gerektiriyor. Doğru zamanda doğru yerde insan ve doğa kaynaklarını harmanlayan, eskilerin birikiminden faydalanan, bir adım öne çıkıyor. Ancak aynı karmaşık yapı, kendini yönetsel olarak diri tutmazsa, bir süre sonra ekonomik sıkıntılar ve yeni aktörlerin baskısı altında kolayca çözülebiliyor. Çözülme, eleştiri ve toplumsal ayaklanmalarla birleşirse, daha ileri örgütlenmeler de ortaya çıkabiliyor. İnsan kaynağını tüketen uygarlıklar ise genelde yavaş bir çürüme süreci yaşıyorlar.